Sağlıklı Hayat…
Kırklı yaşlarımda panik atakla tanıştım, konduramadım önce “hadi canım” dedim psikiyatra.
Sonuçta deli (!) olmak, her şey yolunda giderken beş dakika içinde tansiyonu yirmiye fırlatıp seni nefes bile alamaz hale getiren ve bilinmeyen bir dert ile doktor doktor dolaştırabilecek bir “yedi bela” hastalıktan iyidir.
İyi de ya deli değilsem? Neyim var, testler, bütün veriler normal diyor. “Yok bişeyin” diyor arkadaşım benim gözlerim kararırken.
Bundan 10 yıl kadar önce minik yavrum İnci’m 1 yaşındayken başladı, bir gece vakti elleri ve ayakları şişip hastane acil servisinde alerji olduğunu öğrendiğimizde tanıştık.
Bir şey oluyor ve herkese gülüp öpücükler dağıtan birkaç bakteri benim kızımı öldürmeye çalışıyordu. Pahalı kan testleri, derisinden yolunan parçalar ve 5 yıllık Profesör/Doçent desteğine rağmen literatürdeki tüm testler yapılıp –faturaların ödemesi de hastane kasasına girdikten sonra- “böyle durumlarda bekleriz” ile biten bir süreç oldu ve bir şeylerin yanlış gittiğini o zaman anladım.
Konu ile ilgili kürsünün başkanı rahmetli Işıl Barlan Hanımefendi ile bir randevu ayarlamıştık bir de o baksın diye, hiç unutmuyorum “sen bayağı doktor olmuşsun” demişti ve ona bırakmamı istemişti işini. Ne yumuşak konuşuyordu… Kızımın elini tutarken bile ışık dolu bir bakışla “sen anne babana bakma kızım iyisin…” deyip aslında o bakterilerden çok bizim korumacı güdümüzün yol açtığı sebeplerden sıraladı bir kaçını doktorluk öğretmeden, korkutmadan.
Kızımın rahatsızlıkları yedisinden sonra çok azaldı.
Şehirde orta-sabit gelirli bir ailenin evladı olan kızıma neleri satın alamadığımdan çok onun için nasıl bir dünya kurabileceğime odaklandım sonrasında, parkta gezerken sorduğu ağacın adımı bilmiyorum diye İsmek bahçe kursuna gittim kırkbeşimde.
Okudukça, öğrendikçe bulantım arttı, dünyada 600 metre olan yüksek gerilim hatlarına yaklaşma ve civarında oturma mesafesi; oy kaygısı/rüşveti ile telin çarpa mesafesi olan 12 metrede Ümraniye’de inşa edilen evlerden birinde kiracıydık. Bir yıl sonra oradan ayrıldık. Biz ayrıldık ama binlerce insan hala bu sınırın içinde düşük frekanslı yüksek gerilim; sadece dünyada bununla ilgili yüzbinlerce kişiyi kanser ettiği belgelenemediği ya da bu yönde yapılan araştırmaların ise tıbbi/hukuki uzmanlar ve üst komitelerin ayak oyunları ile ana konu ile bağdaştıramadığı için hücre duvarları parçalanmaya devam ediyor.
Evinin çatısında baz istasyonu istemeyen komşum iki cep telefonu kullanıyor, otobanın ortasında klima ile soğutulan ve parfümlendirilen spor salonunda koşarken bunun sağlıklı olacağını düşünüyor.
Ama sabah yumurtasını Adapazarlı uyanık teyzelerin tavuk kakasına karıştırdığı yumurtalarla ve Siirt Pervari’den gelen (!) has Glikoz şurubu balı ile yapmayı ihmal etmez. Marketten en pahalı pastörize doğal (!) süt ve yoğurdu yer.
Mayonezinden, protein takviyeli şampuanına; her üç yılda bir formulü değişen, önce etil-metil-izobutil paraben, sonra bunların yasaklanması (umutlanma canım benim… sadece bir tekinin oranın %15 den %5 e düştü diye hepsinden karıştırıldı bir dönem) sonrasında Sodyum lauret sülfat ve sonra daha başkası yarın bir başkası…
Kafanda 2 dakikadan fazla bırakırsan saç dibinden beyne karışacak bir iblisliği benim hayatımda ne yeri var?
Zeytini daha çabuk kararsın diye boyayla, zehirle, olgunlaştıran, kaşarı tutkal katan, kuzu yerine eşek etini sana yedirmeye çalışan küçük beyinli bireysel kurtuluş hastası zavallılardan daha büyük bir organize suçla karşı karşıyayız.
Bisküviyi, gazozu, patates cipsini okul kantininde 8 yaşında yedirmeyi kabul eden okul müdürü mü milli eğitim bakanı mı?
Dünyada %5 ile sınırlı glikoz şurubu üretimini önce %15 e daha sonra %25’e çıkaran dönem iktidarı mı?
Suriye’de hastalıklı diye satılmayan Nar’ı getirip Türkiye’de ben satarım diyen kişi Kabzımal mı bakan oğlu mu?
Gemiyle GDO’lu pirinci getirip çocuklarımıza yediren tüccar mı katil mi?
Sadece on kuruş daha fazla kazanabilmek için kendinden başka her şeyi kül eder hale nasıl geldik?
Üniversiteden mezun olduğumda Keşan Kılıçköy’e taşınmıştık İstanbul’u bırakıp. İlk yıl yufka yüreğimiz sayesinde “köylü kurnazlığına” yenilip iflas etmiş ancak bu sırada gelişen ilişkilerle sonraki üç yılı tamamen parasız sürdürmüştük. Traktörünün kasası için boya getiren amcanın işini bedava, anteni kırılan teyzenin işini bedava, motoru tam sulama zamanı bozulan dayının işini bedava yapmıştım inatla, sonraki dönem boyunca süt, balık, patlıcan domates, sair aklına ne gelirse bedava gelmişti. Usulca sabah ezanından sonra, öğle vakti ya da akşamüstü kapının önüne, ne oluyor diye çıkarsan çitin öbür tarafından el sallar biri, hayır yaparken yakalandığı için.
Kurnaz köylüler o kadar da kurnaz değildi. Tüberküloz hastası olarak mezun olduğum okuldan iki yıl sonra sabah güneşiyle kalkıp hava kararana kadar çalışan bir adama dönüşmüştüm. 3 dönüm bostanı tek başına çapalayabilir bir insan. Şehirden gelme de olsa iki eliyle birden elli kiloluk küspe çuvalını başının üstüne de kaldırabilir.
Şampuan yerine zeytinyağlı sabun, taş gibi sert keçi peyniri ve ekşi mayalı ekmek, -dişine damağına değil belki ama- bünyene dosttur.
Umut verici bir sıyrılma süreci idi sonrasında dönmek zorunda kaldık… Gerisin geri.
Evimizi geri taşırken Çatalca’dan İstanbul’un akşamüstü griye çalan sarı dumanlı leş kokulu havasını almaya başladığımı -o zamanlar doğalgaz da yoktu- hatırlıyorum bir de birkaç yıldız hariç her yeri savurganca aydınlatan mütecaviz şehir ışıklarını…
Şehir hayatı ancak şehirli olmakla sürdürebileceğini sandığın bir açık alan kesimhanesinde hayallerine kölelik etmektir, sahip olanın ince ince hesapladığı bir yaşam alanında (tavuk için bir ayped alanı kadar) kazanman gereken para kadar kazanıp ve bunların hepsinden mutlaka daha fazlasını harcayıp, yaşamaya ve burnuna takılı zincirle dolabı çevirip durmaya çalışırsın. Yetmediği için önce güzelliğini sonra iyi niyetini sonra iyi olacağına dair beklentilerini kaybedersin. (Bu sözleri çok dramatik bulanlar sokaklarımızdaki Suriyeli İnsanlara ne kadar iyi davrandığını eleştirsin. Evinde mükellef bir akşam yemeği ikram eden var mı?) bu düzende yaşamanın tek yolu onun istediği gibi vahşileşmektir. Kapitalizmin gizli eli senin burnundaki halkayı hep gergin tutar.
Yamyam tavukların yetiştirildiği tavuk çiftliklerinde “ben 45 günde değil 150 günde büyüyeceğim” diyemezsiniz.
Yollar asbest, petrol ve yüzbin türlü çöpün tozunun yüzdüğü denizler. Sokaklardan geçerken kanserojen kategorisi C olup sadece benzinliden daha ekonomik olduğu için “satılabilen” ve bu türlü düzenlemeyle görmezden gelinen dizel araçların egzost dumanları, saçı kurutmak için kafana doğrulttuğun 10.000 devirli motorundan sıcak hava ile birlikte devasa bir manyetik alanı da sana gönderen kurutma makinesi, yer döşemesi için aldığın ancak her saniye odanın içini -tıp fakültelerinde kadavraların bozulmaması için havuzlara konan- formaldehitle dolduran parken, çocuğuna aldığın Çin malı oyuncaktaki nikel kaplama, içtiğin pet damacananın nasıl durulandığını bilmeden 20 litresine 10 tl verdiğin su, çamaşırını yıkarken kullandığın deterjanın… saymakla bitmez işkenceler ortasında kızımın nasıl olup da sadece alerji olabildiğine şaşırmıştım.
Eve alınamayan kedi ve köpeklerin köy hayatında mutlaka olması gerektiğini ve bu sebeple köye taşınmamızı bekleyen kızım artık şehirli disipliniyle yaşıyor, şu yaşında taşıdığı eziyete bak.
Yapılması ve yapılmaması gereken, öğrenmesi gereken yüzlerce şeyin yanında maruz kaldığı kültürel bombardıman. Onu doymak bilmez bir tüketici olarak yetiştirmek üzere benden zorla koparan ve barbi’ye mahkum eden sistem elbette köye kaçabileceğimi hayal edemiyor.
Büyükannem ben çocukken suya “pis” dediğim için kızmıştı bana, “pis değil bulanık” demişti. Kırkbeşinci yaşımda artık tam da O kadar saygı tutuyorum içimde; doğanın biz bozmazsak mükemmel kalacak ve hayat verecek olan her şeyine. Bir avuç atalık tohumu tutarken seviniyorum, oğlumun gülen yüzü geliyor aklıma.
Köyde üç odalı kerpiç evin önünde oturup üstümdeki yarısı siyah yarısı beyaz dev dut ağacından sızan güneş ışıkları ve altımdaki yeşil kadife –tek diken olmayan- diz boyu çimenleri getiriyorum aklıma her meditasyon anımda. Üç yıldır ilk fırsatta geri dönmek için planlar yapıyordum, baz istasyonu direkleri yerine kuşlara yuvalık yapan ağaçlarla çevrili olmak, zeytin yetiştirmeyi zeytin yağı çıkarmayı öğrenmek istiyorum…
Az kaldı…
Alper AYGÜN