BABAMIN TIRAŞ TASI
*Foto: Tibette 800.000 kişinin (çoğunluğu okul çağında çocuktur) katılımıyla gerçekleştirilen meditasyon.
Mağarasından gece karanlığına bakan adam, karanlığın içinden kendine doğru yükselen kükremeleri, tıslamaları; yağmur öncesinde gökten tepesine inen gümbürtüleri duyunca keşfetti korkuyu. “Göremediği şey” idi korkunun adı.
Mağaranın kapısını kayayla kapatınca bu korku sustu. Algısını sınırlayarak becerdi bunu. İç ve dışı yarattı, güvenli sınır denen şeyle birlikte.
Çevresi çitle, çalıyla çevrilmiş bahçeye, sen çadırında / kulübende uyurken gelip; bohçandaki bir iki parça ekmek veya üstündeki bir iki giysi yüzünden boğazını kesiverirdi, hayvan avlamayacak veya iki bitki yetiştirmeyecek olan.
İlk yerleşim yerlerinin ve tapınakların yüksek duvarla çevrilmesinde bu etken oldu. Kilit büyüdükçe kapı kalınlaştıkça rahatladı kapının ve kilidin ardındaki.
Kesenlerle kesilenler iki tarafta çoğalınca iş ciddileşti. Şehrin sınırları genişleyip; duvarları yükseldikçe içindeki refah da, korku da arttı, duvarın öbür tarafında açlık ve tembellik vahşileştirdikçe saldırılar da daha planlı ve sistemli hale geldi.
Her muhteşem medeniyet altını ve tahılı için kılıçtan geçirildi, kütüphaneleri ve bağları yakıldı.
Sadece iyiliği geliştirmekle olmayacağını anlayan ilk topluluklar kendilerini daha iyi şekilde savunmayı öğrenince saldıran da taktiklerini değiştirdi. Yeni bilinmezler; “görünmez korkular” yarattı, dini ve siyaseti buldu mesela…
Bugün bile onca savaştan ve yıkımdan sonra dahi hırsızın artık kılık değiştirip görünmez kalmayı tercih ettiği senin elindekini yine bir şekilde –giderek daha da az emek sarf edip- elde ederek gül gibi geçindiği günleri yaşıyoruz.
Bir köyü düşün, bu köyün muhtarı köyde gönüllü olarak toplanan paralarla kendine bir eşek alamaz. Gönüllü olarak parayı veren; bununla ilgili sorgulamayı da en etkin biçimde yapabilecek olanlardır. Bir amaç için verir.
Ancak muhtar bir sömürge valisi haline gelirse parayı da kendisine eşlik eden askerlerden de aldığı güçle sana sormadan ve sadece kendi ihtiyacını sağlayacak oranda senden alır. O parayla önce at alınır bu yüzden. Devlet organı 19. Yüzyıldan itibaren egemen grupların elinde birer birer bu hale getirildi.
Ne de güzel bir piyesle, 4-5 yılda bir üç beş hokkabazın -zaten bugüne kadar neden bir gelişme sağlayamadıklarının hesabını vermesi gerekirken- sanki yeni icat edilmiş gibi sana vaat ettiği şeylerle inandırılıp serbest iradenle kullandığın oyla şekillendirdiğin siyasi hayatın… Biz giderek artan şekilde aydınlanıp dünyayı küçülttükçe onlar daha akıllı, daha sert ve daha da şeytani tedbirler kullanıyorlar.
…
Çocukluğumun geçtiği evde (ki bu tamlamayı çok severim, esen bir havası vardır) amcamlarla birlikte toplam dört odada yaşardık. Odalardan biri –amcalarımın uyuduğu- kitaplıktı ve sendikanın kitaplığından 12 Eylül’de kurtarılan ve 2000 den yana yana sayısının yarıya düştüğü ve buna rağmen ısıtmaya ve aydınlatmaya devam ettiği bir vahaydı. Babam; amcalarım ve arkadaşları toplanır, okur ve konuşurlardı uzun uzun. 20 metrekarede medeniyetler teori, pratik… bol bol okunur ve sabah işe gidilirdi. Kitapların hepsi onlarca kez okunmasına rağmen kırışık dolu ama tecrübeli yüzlü ağabeyler gibi yedikleri onca resmi dayağa rağmen dimdik bakarlardı. O yaşlarda kitap denen şeye tavrım bir nesneyi algılamaktan çok üzerinde taşıdığı değerler ve imgelerden dolayı derin bir saygı içeriyordu. Özellikle de büyüyünce tutuklanmana sebep olabilecek -o an için- anlaşılmaz bilgiler içerenler. Sosyalizm gibi…
…
Çocukken babamın eşyalarını -ki zaten birkaç şeydi- karıştırmaya bayılırdım. Bunların arasında en çok tıraş takımı ile ilgilenirdim. İçine jilet konan bunun için sap kısmının altında bulunan parçayı çevirmen gereken bir makineydi. Çevirdikçe yavaşça açılır ve jilet içine konduktan sonra çeliksel cıyırtılarla öte öte kapanırdı. Babam askerliğini bu tıraş takımı ile bitirmiş olduğuna inanamazdım. Yepyeni pırıl pırıl dururdu çünkü.
Küçücük tıraş tasına sıcak suyu doldurur, fırçayla yüzünü güzelce köpürtür ve tam o esnada jileti takar ciddiyetinden bir şey kaybetmeden ancak buna rağmen çok komik olan yanak şişirme, ağzı aşırı yamultma ve göz belertme hareketleri ile otomatikleşmiş biçimde tıraş olurdu.
Yüzünü yıkadıktan sonra omzundan havluyu alıp kurulanır ve bu esnada çocuklar arasında bir çekişme başlardı; kolonya sürülmüş yüze üfleme yarışı. O zamanlar en küçük kardeşim kucak bebeği ve üç numara da çok küçük olduğu için kız kardeşimle ben çekişirdik. Her evde bulunması gereken “hiç durmadan çekişen kardeşler” kapsamında… boy farklıyla yenerdim cadıyı…
Yıllar sonra üniversiteye başladığımda kendime yeni çağın harikası iki bıçak içeren bu pahalı jiletlerden almış ancak sabun yerine tıraş köpüğü kullanmıştım. Babamın tıraş tasının beş misli hacme sahip bir maşrapayı sıcak suyla doldurup tertemiz tıraş olmuştum. Dikkatimi çeken arkadaşlarımın çoğu suyu açık bırakıyor o şakır şukur israfın içinde olduğu şeye tıraş diyordu. İnceliksiz, hoyratça arada yüzünü filan da keserek…
…
İlk gençliğimin illa ki zıddını oluşturmak üzere modelini aldığım kahramanı, günlerce süren grevlerde “çocuklar gelecekte ne yapacak” sorusu yerine “şu anda evde ne yapıyorlar” diye sorsa, eve koşup uzun uzun sarılıp öpse… adam etmekten çok mutlu etmeye uğraşsa…
Derslerimle ilgilenmek yerine notlarımın neden en üstte olması gerektiğine bu kadar takılmasa. Sen Galatasaray lisesine kaydetmeye çalışırken ben çoktan meslek lisesine kaydolmuştum. Al; üniversite sınavında aldığım puanla ilk onbin öğrenci içindeydim ve sen bunu yine bilemedin.
Kızların neden şancı olamayacaklarını anlatmak yerine “dan” diye yasaklamasan. Hep birlikte evlatlarının özgürlüğü (!) için sana karşı mücadele etmesek. Bak neticede evde car car bağıran iki sopranoyla yaşamak zevkini bizden alamadın.
…
Yirmili yaşlarımın sonunda ve tam da tıraş olurken farkına varmıştım. Flaş gibi çakmıştı gözümde bu anı. İlk iş Arasta çarşısından tam da o kadar bir tıraş tası alıp denemiştim… olmamıştı…
O küçücük tasa dolan bir su bardağından bile az suyla tıraş olunmuyordu. Sende görmesem asla inandıramazdı kimse bana.
Ya su leş gibi oluyordu ya da jiletin makinesi tıkanıyordu. İki gün uğraşıp yaşam beceriksizliğimi özetleyen bu iblisi çöpe atarak kurtulmuştum.
Gece nöbetlerinde su kesintilerinin zamanında; aktığında da ip gibi akan suyla evdeki bütün varilleri, bidonları suyla doldururduk, yirminci yüzyılın sonlarında Dünya güzeli İstanbul’un -kenar mahallesi de değil- Eyüp’ünün sırtında yaşardık medeniyetten payımıza düşeni. Sokaklarda toplanmayan çöpler uçuşurdu.
Sahi Çamaşır makinesinin filan olmadığı, her şeyin elle yıkandığı o dönemde nasıl çakı gibi kalıyordunuz?!
Arkadaşlarımla; seninkilerle konuştuğun kadar ciddi şeyler konuşmaya başladığımda ne kadar yol aldığını fark ettim. Ben seni, kendini grev yaptığınız bir fabrikanın kaynatılmış kapısı arkasına hapsettiğini zannederken… Bu da otuzların sonu gibidir.
…
Kırklı yaşlarında daha da bir büyüyor bu kişiler gözünde; sen iki çocukla ne yapacağım diye maymun olurken onlar dört çocuğu senin yarı maaşınla –kıt kanaat de olsa- çakı gibi yetiştiriveriyor tüm yoksunluklara (!) rağmen. Medeniyetler çökerken, sanki tek bir kuşakta hepsine birden şahit olmanın zorunluluğundan kurtuluveriyorsun. Tarih anlamsızlaşıyor, edebiyat ve felsefe…
Salt bir ışık gibi kalıyor katıksız; sorudan ve cevaptan ari…
Babamın tıraş tasında kendi dünyamın sonsuzluktan kıtlığa koştuğu bir parantez buluyorum. Çoğaldıkça rezilleşen, ucuzlaşan. Azaldıkça kutsallaşan.
Onun kadar mücadele etmedim, bir eşek gibi çok çalışmış olsam da… onun kadar da saygı duymadım. Ekmeğe, suya …
…
Birileri darbe yapıyor, bir başkası oradan bir hak iddia ediyor, geçmiş savaşların defterlerinden kahramanlıklar ve borçlar türetiyor ki tümü kanla boğulmuştur.
Küçücük dünyamızda sahiplik prangasıyla hareketsiz, bilgi (!) gibi kutsal ve hoyrat bir yükün altında iğdiş, kıpırtısız, soluksuz dururken, etkisizliğimize yakışıklı maskeler takıp parlak boyalarla gizlerken.
Yeni şekillere devşirildiği için dilini anlamadığın bir tonla karşına çıkarken hayat seni hep mağara adamı seviyesinde tutuyor. Kork ulan kork! Sakın kaldırma başını!
…
Çıkıp biraz otursak hep birlikte tanıdık tanımadık. Konuşsak…
Bir milyon kişi bir meydanda oturuyor ve sakince dinliyor kendini. Sanki asıl ihtiyacı buymuş gibi.
O kadar kişinin bir araya gelip eğlendiğini görmeli asıl.
Babam gibi büyükler de konuşsa bize ferah yarınların planları hakkında…